Hace Ahmet Yesevi’nin hayatı
Hace Ahmet Yesevi’nin hayatı (Pir-i Türkistan)Türkistan’da yetişen büyük velilerdendir. Adı Ahmet bin Ibrahim bin Ilyas Yesevi olup, Piri Sultan, Hoca Ahmet, Kul Hace Ahmet diyede tanınır. Hace; Bilgin, alim, öğretmen anlamındadır.
Elde edilen bilgilere göre Hace Ahmet Yesevi, Çimkend şehrinin doğusun da yer alan Şahyar nehrinin küçük bir kolu olan Karasu çayı yakasındaki Sayram kasabasında dünyaya gelmiştir. Doğum tarihi hakkında kesin bir bilgi olmamasına rağmen genel olarak l083 tarihi kabül görmektedir.
Babası Sayram’ın tanınmış şahsiyetlerinden olup ilmi, fazileti ve kerametleriyle şöhret bulan Şeyh Ibrahim adlı bir zattır. Şeyh Ibrahim’in nesli Hz.Ali’nin oğlu Muhammed bin Hanefi’ye dayanır. Annesi ise, Şeyh Ibrahim’in halifelerinden Musa Şeyh’in kızı Ayşe Hatun’dur. Hace Ahmet Yesevi, Şeyh Ibrahim’in Gevher Şehnaz adlı kız çocuğundan sonra dünyaya gelen ikinci çocuğudur.
Çok küçük yaşta babasını, 7 yaşında da annesini kaybeden Hace Ahmet Yesevi’nin bakımı ve terbiyesi ile ablası Gevher Şehnaz ilgilenir. Bir müddet sonra bilinmeyen bir sebeple Gevher Şehnaz, kardeşini yanına alarak Yesi’ye yerleşir. Hace Ahmet Yesevi ilk tahsiline burada başlar. Kısa bir süre sonra, Yesi’de büyük bir şöhreti olan Aslan Baba ile tanışıp ona bağlanır. Hace Ahmet Yesevi, Aslan Baba’nın yakın ilgisi ve irşadıyla kısa zamanda olgunlaşır ve mertebeler elde eder.
Arslan Baba’nın vefatıyla o zamanın önemli kültür merkezlerinden biri olan Buhara’ya gider. Buhara o sırada Karahanlıların hakimiyeti altındaydı ve devrin en büyük ilim merkezlerinden biriydi. Dünyanın çeşitli yerlerinden talebeler buraya gelip ilim tahsil ediyorlardı. Buhara’da güçlü bir fıkıh geleneği mevcuttu. Hace Ahmet Yesevi bu şehirde devrin önde gelen alim ve fıkıh ve tasavvufun büyük simalarından Şeyh Yusuf Hemedani ile tanışır. Kısa zamanda şeyhinin güvenini kazanıp, ondan aldığı feyiz ve irşatla kemal mertebesine ulaşır ve Şeyh Yusuf Hemedani’nin üçüncü halifeliğine yükselir.
Hace Ahmet Yesevi’nin irşad edilmesinde o zamanın iki büyük şahsiyetin rolü elbette büyüktür. Bu şahsiyetlerden biri Aslan Baba ve Şeyh Yusuf Hemedani’dir. Aslan baba’dan irfanlık(edep erkan) esaslarını ve Şeyh Yusuf Hemedani’den ise ilim(din) esaslarını almıştır. Elbetteki sadece bu kişilerden ibaret değildir. Hikmetlerinde(şiirlerinde) Şakik-i Belhi, Bayezid-i Bistami, Şibli, Maruf-i Kerhi, Cüneyd-i Bağdadi, Hallac-ı Mansur ve Ibrahim-i Edhem gibi büyük mutasavvıfların tesiri altında kaldığı, böylece zengin bir muhteva kazanmıştır.
Şeyh Yusuf Hemedani miladi 1140 yılında Hakk’a yürüdükten sonra Pir postuna(irşad mevkiine) Şeyh Abdullah-i Berki ve Şeyh Hasan-i Endeki’ni oturmuşlardır. Bunların ardından 1160 yılında Pir Postu’na Hace Ahmet Yesevi oturmuştur. Bir müddet ders verdi, talebeler yetiştirdi. Bir süre Pir postuna oturan Hace Ahmet Yesevi, vaktiyle verdiği bilgi ve işaret üzerine Pir postunu dördüncü halife Abdulhalık-i Gucduvani’ye bırakarak Yesi’ye geri döndü. Dönüş tarihi belli olmamakla beraber ancak Hakk’a yürümesine kadar Yesi’de kalmıştır.
Hace Ahmet Yesevi Yesi’de, talebe yetiştirmeye başladı. Ilim irfan ünvanıyla kısa zamanda Maveraünnehir, Horasan, Harzem, vs. dolaylarına yayıldı. Zamanın en büyük ve üstün erenlerinden oldu. Zahir(görünen) ve batıni(görünmeyen) ilimlere sahip olan Hace Ahmet Yesevi, günün büyük bölümünü ibadet ve zikir ile geçirir ve diğer zamanında ise talebelerine zahir ve batıni ilimler öğretirdi. Bu çalışmaları sonucu etrafına islamiyete gönülden bağlı olan yerli halk zümresi ile göçebe köylüler toplanıyordu.
Hace Ahmet Yesevi, etrafında toplanan bu insanlara islamın esaslarını, Tasavvuf ilmini, yol hükümlerini, edep erkanını, „Hikmet“ adı verilen manzumelerle(şiirlerle) öğretmeye çalışıyordu. Ilim ve irfanla yetiştirdiği dervişleri vasıtasıyla en uzak Türk topluluklarına ulaştırılan bu manzumeler, Türkler arasında islamiyetin yerleşmesine ve bir inanç birliğinin oluşumuna hizmet ediyordu.
Hace Ahmet Yesevi yetiştirdiği talebelerinin her birini bir memlekete göndermek suretiyle islamiyetin doğru olarak öğretilip yayılmasını sağladı. O’nun bu amaçla gönderdiği talebelerinden bir kısmı da Anadolu’ya geldiler. Bu vesileyle O’nun felsefesi Anadolu’da yayılıp tanındı.
Hace Ahmet Yesevi’nin en önemli özelliği, Arapça ve Farsça bilmesine rağmen çok sade bir Türkçe ile Hikmet denilen eğitici sözleri, Türkistan Türkleri üzerinde büyük izleri bırakmış olmasıdır. Bu hikmetli sözlerde yolun edep ve erkanını anlatmıştır. Yesevi dergahı, fakirler, yoksullar, yetim ve çaresizler için bir sığınak yeriydi. Bu dergahlar aynı zamanda, tekke edebiyatının ilk temsil edildiği yerler olmuştur. Hace Ahmet Yesevi tekke edebiyatının ilk temsilcisidir. Bu vesileyle Anadolu’daki Türk edebiyatının yeşerip gelişmesine zemin hazırlamış, Yunus Emre gibi büyük şairlerin yetişmesine sebep olmuştur.
Bu şekilde yetiştirdiği talebelerinden tayin ettiği halifeleri şunlardır; Mansur Ata, Abdulmelik Ata, Süleyman Hakim Ata (Bu Türkler arasında en meşhur halifesidir) Muhammed Danişmend, Muhammed Buhari (Sarı Saltuk) Zengi Ata, Tac Ata v.b. Bu halifelerinin yetiştirdiği birçok talebe ki; Ahi Evren, Hace Bektaş Veli, Mevlana, Taptuk Emre, Yunus Emre gibi talebeler Anadolu’da, Hace Ahmet Yesevi’nin çizdiği yolda ilerlemişler ve Türk dilini, edebiyatını, kültürünü özellikle islam dinini doğru olarak gelecek nesillere aktarmışlardır. Sade bir Türkçe ile halkın anlayacağı, sohbet tarzındaki Hikmet adlı şiirleri, her bir yana yayılıp, Türk Milletine manevi ışık olmuştur. Hace Ahmet Yesevi miladi 1194’de Yesi şehrinde Hakk’a yürümüştür. Kabri üzerine türbe, 200 yıl sonra, Timur Han tarafından inşa edilmiştir.
„Kafir bile olsan, hiç kimsenin kalbini kırma. Çünkü kalbi kırmak Allh-u Taala’yı kırmaktır. Gönlü kırık zavallı garip birini görsen, yarasına merhem koy, yoldaşı ve yardımcısı ol.“
DİVAN’ından bazı Hikmetler(Şiirler)
1. Hikmet
Bismillah’la başlayarak hikmet söyleyip
Taliplere inci, cevher saçtım işte.
Riyazeti katı çekip,kanlar yutup
Ben defter-i sani sözünü açtım işte.
Sözü didar isteyen herkes için söyleyip,
Canı cana bağlayarak damarları ekleyip,
Garip, fakir, yetimlerin gönlünü avlayıp
Gönlü bütün kimselerden geçtim işte.
Nerde görsen gönlü kırık, merhem ol sen;
Öyle mazlum yolda kalsa, hemdem ol sen;
Mahşer günü dergahına mahrem ol sen;
Ben-sen diyen kimselerden geçtim işte.
Hem o gece Mirac’a çıkıp didar gördü;
Geri inip garip, yetim izleyip yürüdü;
Gariplerin izini izleyip indim işte.
Ümmet olsan, gariplere tabi ol sen;
Ayet, hadis her kim dese, sami ol sen;
Rızık, nasip her ne verse, kani ol sen;
Kani olup şevk şarabını içtim işte.
Medine’ye Resül varıp oldu garip;
Gariplikte mihnet çekip oldu habip;
Cefa çekip yaradan’a oldu karip
Garip olup engellerden aştım işte.
Akıllı isen, gariplerin gönlünü avla;
Mustafa gibi ülkeyi gezip yetim ara;
Dünyaya tapan soysuzlardan yüz çevir;
Yüz çevirip, deniz olup taştım işte.
Aşk kapısını Mevlam açınca bana erdi;
Toprak kılıp “Hazır ol!” diyip boynumu eğdi;
Yağmur gibi melametin oku değdi;
Tamren alıp yürek, bağrımı deştim işte.
Gönlüm katı, dilim acı, kendim zalim;
Kur’an okuyup amel kılmaz sahte alim;
Garip canımı harcayayım, yoktur malım;
Hakk’tan korkup ateşe girmeden piştim işte.
Altmış üçe yaşım yetti, geçtim gafil;
Hakk emrini muhkem tutmadım, kendim cahil;
Oruç,namaz, kaza kılıp oldum kahil
Kötüyü izleyip iyilerden geçtim işte.
Vah ne yazık, sevgi kadehinden içmeden,
Çoluk-çocuk, ev-barktan tam geçmeden,
Suç ve isyan düğümünü burada çözmeden
Şeytan galip,can verende şaştım işte.
Imanıma çengel vurup gamlı kıldı;
Pir-i muğan “Hazır ol!” diyip afyon saçtı;
Lanetli şeytan benden kaçıp korkusuz gitti;
Allah’a hamd olsun, iman nuru götürdüm işte.
Pir-i muğan hizmetinde koşup yürüdüm;
Hizmet kılıp göz yummadan hazır durdum;
Yardım etti, Azazil’i kovup sürdüm;
Ondan sonra kanat çırpıp uçtum işte.
Garip, fakir, yetimleri kıl sen şadman;
Parçalayıp aziz canın eyle kurban;
Yiyecek bulsan, canın ile kıl sen ihsan;
Hakk’tan işitip bu sözleri dedim işte.
Garip, fakir, yetimleri her kim sorar,
Razı olur o bendeden Perverdigar.
Ey habersiz, sen ver sebep, kendisi korur;
Hak Mustafa öğüdünü işitip dedim işte.
Yedi yaşta Arslan Bab’a selam verdim;
“Hak Mustafa emanetini lutfedin” dedim;
Hem o vakit bin bir zikrini tamam ettim;
Nefsim ölüp la-mekana yükseldim işte.
Hurma verip,başımı okşayıp nazar kıldı;
Bir fırsatta ahirete sefer kıldı;
“Elveda!” diyip bu alemden göçüp gitti;
Mektebe varıp, kanayıp dolup taştım işte.
Inna fetehna’yı okuyup mana sordum;
Işık saldı, kendimden geçip didar gördüm;
Selam verdim “Üskut!” dedi,bakıp durdum;
Yaşımı saçıp, çaresiz olup durdum işte.
“Eya cahil,mana ol!” diye söyledi, bildim;
Ondan sonra çöller gezip Hakk’ı sordum;
Nasip etti, Azazil’i tutup yendim;
Kararlı olup, belini basıp ezdim işte.
Zikrini tamam edip döndüm divaneye;
Hakk’tan başka birşey demedim biganeye;
Mumunu izleyip çırak girdim pervaneye;
Kor ateş olup, kavrulup söndüm işte.
Adım,sanım hiç kalmadı la la oldum;
Allah yadını diye diye illa oldum;
Halis olup, muhlis olup fena oldum;
Fena fii’llah makamına yükseldim işte.
Sünnet imiş, kafir de olsa, incitme sen;
Hüda bizardır katı yürekli gönül incitenden;
Allah şahit, öyle kula hazırdır Siccin;
Bilginlerden duyup bu sözü söyledim işte.
Sünnetlerini muhkem tutup ümmet oldum;
Yer altına yalnız girip nurla doldum;
Hakk’a tapanlar makamına mahrem oldum,
Batın kılıcı ile nefsi parçaladım işte.
Nefsim beni yoldan çıkarıp bayağılattı;
Insanlara hasretle bakıp inlettirdi;
Zikr söylemeyip şeytan ile yar eyledi;
Hazırsın diyip nefs yarasını deldim işte.
Kul Hace Ahmed, gaflet ile ömrüm geçti;
Vah ne hasret, gözden, dizden kuvvet gitti;
Vah ne yazık, pişmanlığın vakti yetti;
Iyi amel kılmadan kervan olup göçtüm işte.
Eya dostlar, kulak verin dediğime,
Ne sebepten altmış üçte girdim yere?
Mirac üstünde hak Mustafa ruhumu gördü,
O sebepten altmış üçte girdim yere.
Hak Mustafa Cebrail’den kıldı sual;
Bu nasıl ruh, tene girmeden buldu kemal?
Gözü yaşlı,halka yaralı,boyu hilal;
O sebepten altmış üçte girdim yere.
Cibril dedi: Ümmet işi size haktır;
Göğe çıkıp meleklerden dersler alır;
Yedi tabaka gök iniltisiyle iniler;
O sebepten altmış üçte girdim yere.
Bil, Hakk önce “Elesti birabbiküm?” dedi;
“Kalu bela” dedi ruhum dersler aldı;
Şüphesiz bilin, hak Mustafa “oğul” dedi,
O sebepten altmış üçte girdim yere.
“Oğlum” diyip hak Mustafa söze başladı;
Ondan sonra bütün ruhlar selam verdi;
Rahmet denizi dolup taş, diye haber ulaştı;
O sebepten altmış üçte girdim yere.
“Rahim içinde belir” diye nida geldi;
“Zikr et!” dedi, uzuvlarım titreyiverdi;
Ruhum girdi, kemiklerim “Allah!” dedi;
O sebepten altmış üçte girdim yere.
Dörtyüz yıldan sonra çıkıp ümmet olacak;
Nice yıllar dolaşıp halka yol gösterecek;
Yüz on dört bin müçtehit hizmet kılacak;
O sebepten altmış üçte girdim yere.
Dokuz ay ve dokuz gönde yere düştüm;
Dokuz saat duramadım, göğe uçtum;
Arş ve Kürsü payesini varıp kucakladım;
O sebepten altmış üçte girdim yere.
Arş üstünde namaz kılıp dizimi büktüm;
Derdimi deyip, Hakk’a bakıp yaşımı döktüm;
Sahte aşık,sahte sofu görünce söğdüm;
O sebepten altmış üçte girdim yere.
Candan geçmeden “Hü Hü!” demek hep yalan;
Bu hayasızdan sual sormayın, yolda kalan;
Kendisi de gizli, sözü de gizli,Hakk’ı bulan;
O sebepten altmış üçte girdim yere.
2. Hikmet
Bir yaşında ruhlar bana nasip verdi;
Iki yaşta peygamberler gelip gördü;
Üç yaşımda Kırklar gelip halimi sordu;
O sebepten altmış üçte girdim yere.
Dört yaşımda hak Mustafa hurma verdi;
Yol gösterdim, nice şaşkın yola girdi;
Nere varsam Hızır Baba’m yoldaş oldu;
O sebepten altmış üçte girdim yere.
Beş yaşımda tabi olup taat kıldım;
Baş eğerek oruç tutmayı adet kıldım
Gece gündüz zikrederek rahat kıldım;
O sebepten altmış üçte girdim yere.
Altı yaşta durmadan kaçtım insanlardan;
Göğe çıkıp ders öğrendim meleklerden;
Ilgiyi kesip hep tanıdık ve bağlardan;
O sebepten altmış üçte girdim yere.
Yedi yaşta Arslan Baba’m arayıp buldu;
Gördüğü her sırrı perde ile sarıp örttü;
“Allah’a hamd olsun, gördüm.”dedi, izim öptü;
O sebepten altmış üçte girdim yere.
Azrail gelip Arslan Baba’mın canını aldı;
Huriler gelip ipek kumaştan kefen biçti;
Yetmiş bin kadar melek toplanıp geldi;
O sebepten altmış üçte girdim yere.
Namazını kılıp yerden kaldırdılar;
Bir anda cennet içine ulaştırdılar;
Ruhunu alıp illiyyin’e girdirdiler;
O sebepten altmış üçte girdim yere.
Allah Allah, yer altında vatan kıldı;
Münker, Nekir “Men Rabbük?” diye sual sordu;
Arslan Baba’m islamından haber verdi;
O sebepten altmış üçte girdim yere.
Akıllı isen,erenlere hizmet kıl sen;
Emr-i maruf kılanlara izzet kıl sen;
Nehy-i münker kılanlara hürmet kıl sen;
O sebepten altmış üçte girdim yere.
Sekizimde sekiz yandan yol açıldı;
“Hikmet söyle!” dendi, başıma nur saçıldı;
Allah’a hamd olsun, pir-i muğan mey içirdi;
O sebepten altmış üçte girdim yere.
Pir-i muğan hak Mustafa, şüphesiz bilin;
Nereye varsanız, vasfını deyip ululayın;
Selam verip Mustafa’ya ümmet olun;
O sebepten altmış üçte girdim yere.
Dokuzumda dolanmadım doğru yola;
Tebbürk deyip alıp yürüdü elden ele;
İnanmadım bu sözlere kaçtım çöle;
O sebepten altmış üçte girdim yere.
On yaşında oğul oldun Kul Hace Ahmet;
Haceliğe bina koydun, kılmadan taat;
Haceyim, deyip yolda kalsan, vay ne hasret;
O sebepten altmış üçte girdim yere.
=Seyyid Hakkı=